25 Şubat 2013 Pazartesi

"Pozitif Bir Staj Günlüğü"


Her 1 Aralık'ta bizim okulda (ve muhtemelen çoğu üniversitede), üzerinde kırmızı AIDS kurdelesi ile kondom dağıtılır. Amaç bilinçlenmek, amaç "tedbirli olmak", amaç hatırlamak. Geçtiğimiz Aralık, bu kondoma ilave olarak Fiesta markalı bir kalem de dağıtıldı. Kalemimin artık yazmıyor olduğunu farkettim, sonra bir düşündüm neler hatırladığıma dair. 


2011'in Ağustos ayında Pozitif Yaşam Derneği'nde gönüllü olarak çalışma fırsatı buldum. Nasıl bir dernek olduğunu, neler amaçlandığını, neler yapıldığını, "staj günlüğüm" dediğim defterime yazmıştım. PYD' nin bloğu için, bu günlüğü özetledim fakat şimdi geri dönüp baktığımda gördüm ki, ben bile bazı detayları unutmuşum. "Acaba hatırlatılmaya ihtiyacı var mıdır?" dedim, gördüm ki blok Türkiye'nin en çok okunan bloklarından biri olmuş. Yine de yazdığım yazı aşağıda, belki merak edersiniz diye. Yalnızca Dünya AIDS Günü'nde hatırlanmasın diye.


Bu arada, kondom reklamları vardı bir aralar, ne oldu onlara?



                                               Pozitif Bir Staj Günlüğü
Pozitif Yaşam Derneği  

Pozitif Yaşam Derneği ile bir üniversitenin toplumsal duyarlılık projesi sayesinde tanıştım. Bu proje çerçevesinde Sivil Toplum Kuruluşu (STK) stajı yapacaktım. Bu yüzden tercih edebileceğim sivil toplum kuruluşları listesini incelemem gerekiyordu. Pozitif Yaşam Derneği’ ni okuduğumda yalnızca bir kulak dolgunluğumun olduğunu, neler yaptıklarını bilmediğimi fark ettim. Araştırmaya başladığımda, hem konu hakkında bilgisi olmayan bir kişinin, hem üyelerinin, gönüllülerin ve özellikle danışanların günlük yaşantılarında zaman geçirmekten hoşlanacağı bir internet sitesi bulmayı beklemiyordum. Çünkü site, yeterli bilgiyi içermesi ve sürekli güncellenmesinin yanında, içten ve hayatın içinden yazılar da bulunduruyordu.
Pozitif Yaşam Derneğini tercih etmemin bir sebebi buydu tabii fakat asıl neden kendimde hissettiğim eksiklikti. HIV/AIDS konusundaki bilgilerim eksikti, HIV ile yaşayanların ne gibi ayrımcılıklara maruz kaldıkları hakkındaki bilgilerim yetersizdi. İstemeden de olsa, HIV ile yaşayan insanlara diğerlerinden farklı davranmam gerektiğini düşünüyordum, bir yakınım gelip bana HIV pozitif olduğunu söylese ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, tesadüfen ya da bilinçli yaptırdığım bir testte HIV pozitif sonucunu gördüğümde ne yapacağımı düşünemiyordum.

Kısacası, iki yıldır derslerin yarısından fazlasının ayrımcılığa ayrıldığı bir bölümde okuyan ben bile, bilgi yetersizliğinden empati kuramıyordum. Bu durumda Türkiye’ye HIV nasıl anlatılır merak ediyordum.
Staja başladığım andan itibaren bir defter tuttum. Aslında bu defteri küçük notlar almak için, toplantılarda kullanmak için almıştım ama defter bu bir ay içerisinde bir günlüğe dönüştü.

İlk sayfaları HIV ile ilgili bilgilerle dolu. HIV/AIDS farkı nedir, nasıl bulaşır, ilk kez nasıl ve ne zaman tanımlanmış, dünyada kaç insan HIV ile yaşıyor, Türkiye’de dünyaya kıyasla ne gibi önlemler alınıyor vs. Bu bilgilerin altındaki cümlem ‘bilerek ölüme gitmek’ ti. Çünkü öğrendim ki aslında HIV, çok geç tanı alınmadığı taktirde birlikte yaşanılabilecek bir hastalıktı. Günde birkaç ilaç ile kaliteli, uzun bir yaşam sürmek mümkündü. PYD’nin akran danışmanları, yeni tanı alanlar için bu konuda birebir örnek ve moral unsuruydu. İlaçlar pahalıydı fakat sigortası olanlar için tedavi masrafları, tedaviyi imkânsız hale getiren faktör değildi. Bu faktör önyargıydı. HIV tanısı alanlar hastanelerde kötü muamelelere maruz kalıyordu. Normal prosedür uygulandığında HIV bulaşının önlendiğini bilen doktorlar bile HIV pozitif hastaları ameliyat etmeyebiliyordu. Bu yüzden hastalar, tedaviyi reddedebiliyor, bilerek ölüme gidebiliyordu.  Bu durumda PYD, önyargılarından kurtulabilen doktorlar ile çalışan hastaneler, tanı merkezleri önermek zorunda kalıyordu.

Diğer cümlem ‘HIV aileden saklanıyor’du. İnsanların hem ailelerini üzmemek için, hem de ne tepki vereceklerini bilmediklerinden, en zor durumları paylaşabilecekleri kişilerden bile sakladıklarını gördüm. Çünkü fark ettim ki bir havuza ya da genel bir tuvalete hiçbir şey sorgulamadan girebiliriz, ama eksik bilgi ile, HIV ile yaşadığını bize söyleyen bir yakınımızla aynı tuvalete girmemizin (hiçbir risk olmadığı halde) doğruluğunu önce sorgulamak ve tereddüt etmek eğilimindeyiz maalesef.  Dernek’te verilen bu küçücük örnekle bile anladım ki desteğe ihtiyacı olan kişiye tabiri caizse köstek olabiliyoruz ve sıkıntıları hakkında açılmalarını engelleyebiliyoruz.
Günler geçtikçe ve ben Dernek’e giren farklı sınıftan, dinden, ırktan, cinsiyetten insanları görünce ‘HIV’in stereotipi yok!’ yazdım. Bundan çok etkilenmiştim çünkü zıt kutuplarda bile olsalar, genele baktığımızda tam anlamıyla birbirlerini yiyen insanları ben burada görmedim. Günlük hayatımda bir arada göremediğim insanları burada çok güzel sosyal ilişkiler kurarken gördüm. Çünkü bence -ne yazık ki- böyle konularda aslında hepimizin birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu görürüz.
Bir diğer cümlem, ‘yardımları telefonla hatırlatmak’ tı. Pozitif Yaşam Derneği’nin normalde vermekle yükümlü olmadığı ekonomik destek için bile hatırlatmalar yapıldığını görmüştüm o gün çünkü. Bu cümle PYD’nin içtenliğine bir kez daha inandığım için önemlidir benim için.

Hep hüzünlü şeyler olmadı tabiî ki staj süresince. ‘Bebeğimiz oldu!’ çığlığı duyduğumda yazdığım ‘Doğum neşeleri!’, PYD’nin en önemli desteklerinden birini yansıtıyor. Aynı zamanda HIV ile yaşayanların kaliteli yaşam kurabildiklerinin de bir kanıtı bu cümle. Çünkü HIV pozitif anne ve/veya babadan destek ile HIV negatif bir çocuk doğabileceğinin ilk örneği değildi bu Dernek için.
Bu birkaç cümlenin bana kattığı bilgilerin dışında, dört hafta boyunca çeviriler yaparak HIV ile dünyada nasıl mücadele edildiğini, basın araştırması yaparak nasıl önyargılı yazılar yazılabildiğini, bir filmin bile yıllardır verilen çabaları bir anda nasıl etkileyebildiğini, projelere fon bulmaya yardım ederek nasıl proje yazıldığını öğrendim.
Pozitif Yaşam Derneği’ndeki stajımı dört haftaya sığmayacak deneyimler kazanarak bitirdim. Ne yazık ki yeterli değildi çünkü dünyada kalkınma hedeflerinin en tepelerinde yer alan HIV için Türkiye’de kat etmemiz gereken daha çok yol var…

Yazının orjinali için: http://pozitifyasam.org/tr/haberler/508

21 Şubat 2013 Perşembe

BİR KİTAP İNCELEMESİ: Pazarlama 3.0

" Alvin Toffler'a göre insan uygarlığı ekonominin geçirdiği aşamalara göre üç dalgaya ayrılabilir. birinci dalga, en önemli sermayenin üzerinde tarım yapılan toprak olduğu tarım çağıdır. Benim ülkem, yani Endonezya'da, bu tür sermaye bol miktarda bulunur. İkinci dalga, İngiltere ve Avrupa'daki sanayi devriminin ardından gelen sanayileşme çağıdır. Bu dönemin en önemli sermayesi makineler ve fabrikalardır. Üçüncü dalga ise, akıl, enformasyon ve ileri teknolojinin sermayeyi oluşturduğu ve başarıya ulaşmanın bunlara bağlı olduğu enformasyon çağıdır. İnsanların küresel ısınma ile karşı karşıya bulunduğu günümüzde, yaratıcılık, kültür, miras ve çevre yönelimli dördüncü dalgaya doğru ilerliyoruz. Endonezya'yı yönetmede benim gelecek yönüm budur. Bu kitabı okuduğumda, pazarlamanın da aynı yöne doğru evrildiğini gördüm."
                                                                              -Susilo Bambang Yudhoyono


Bir önceki yazımda, yeni tüketicilerin pazarlamacıları sosyal sorumluluk bilincini ciddiye almaya zorlayacağından bahsetmiştim. Bu kitabı aldığımda, konunun tamamen aynı yönde ilerleyeceğini kesinlikte tahmin etmiyordum fakat ben de Endonezya Cumhurbaşkanı Yudhoyono'nun kitabın önsözünde yazdığı gibi, okudukça gördüm ki pazarlamada da yeni yaklaşım toplumsal sorunlar üzerinde durmaktan yana.

Kotler, Kartajaya ve Setiawan; Pazarlama 3.0'ı şöyle tanımlıyor: Geride bıraktığımız yıllar; ekonomik krizler, işsizlik, yoksulluk, gibi çeşitli zorluklarla dolu. Makroekonomik durum değiştiğinde, mutlaka tüketici davranışları da değişir ve bu durum bizi farklı pazarlama anlayışlarına doğru götürür. Dolayısıyla pazarlama, ürün merkezli (pazarlama 1.0) olmaktan tüketici merkezli (pazarlama 2.0) olmaya, son olarak da insanların karşı karşıya kaldıkları sorunlara, değer merkezli olmaya doğru evriliyor. Karlılık, kurumsal sorumluluk ile dengelendiğinde, pazarlama 3.0 ortaya çıkıyor.

Pazarlama 3.0; teknolojinin insanları organize etme yönü sayesinde "işbirlikçi", globalleşmenin ve çeşitliliğin artması ile "kültürel", toplumsal değerlere önem verilmeye başlanması ve sorunlar için yaratıcı çözümler bulunması ile "manevi" olmalıdır. Dolayısıyla, tüketici merkezli olan pazarlama 2.0'dan çok daha sofistike olmalıdır. Bu durumda, "kültürel olarak geçerli kampanyalar geliştirmek için pazarlamacıların antropoloji ve sosyolojiden anlamaları gerekir".  Çünkü artık insan aklına (1.0) ve duygularına (2.0) değil, ruhuna (3.0) da hitap etmek zorundadır.

Peki İçtenlik Bunun Neresinde?


Tekrar bir önceki yazıma dönmek gerekirse, toplumsal sorunlar ile baş etme konusunda, yalnızca kar maksimizasyonuna odaklanan kurumların ve kuruluşların "ne denli samimi olacağı tartışılır" demiştim. Bu kitapta dikkatimi çeken nokta, Kotler'in de böyle düşünüyor olması ve kurumsal yardımseverliği deneyen bir çok şirketin başarısız olduğu konusunda hemfikir olması.

Kotler, kitabın "Pazarlama 3.0 için Gelecek Modelleri" başlıklı kısmında insan ruhuna geçiş için 3i modelinden bahsediyor. Marka kimliği (identity), marka doğruluğu (integrity) ve marka imajı (image); marka, konumlanma ve farklılaşma üçgeni içerisinde açıklanıyor. Şöyle ki, örneğin Timberland "marka" sının "konumladırması", açık havadan ilham alan iyi ayakkabı firması şeklinde. Fakat "farklılaşma" olmadan, bu ikisinin bir anlamı kalmıyor. Bu durumda "farklılaşma"; çevreyi koruma, sorumlu vatandaşlık ve küresel insan haklarına değer verilmesi ile başlıyor.

Farklılaşma girişimlerinin "dürüstlük, özgünlük ve sahicilik" içerebilmesi için, eylemleri şirket kültürüne eklemek en önemli şart. Bunun için de şirketin en temel varlık sebebi olan misyonlarının, gelecekte gerçekleştirmek istediklerini temsil eden vizyonunun ve şirketin kurumsal davranış ilkelerini belirleyen değerlerinin; bu kültür içerisinde şekillenmesi gerekir. Kısacası, Pazarlama 1.0 ile 3.0 arasındaki farkı anlamak için şöyle kıyaslayabiliriz:
                 
                   
                         

                    
                           1.0                            2.0                            3.0

Misyon:    Tatmin Sağlamak         Özlemleri fark et          Merhamet Duymak

Vizyon:      Kar edebilirlik             Geri verebilirlik            Sürdürülebilirlik

Değer:      Daha iyi olmak             Farklılaştırmak            Bir fark yaratmak

12 Şubat 2013 Salı

Z Jenerasyonu Pazara Sosyal Sorumluluk Bilinci Getirebilir mi?


“Çocuklara Pazarlama” başlıklardan ilkini gördüğümde aklıma ilk gelen cümle “etik yahu” idi. Eğer üniversite yaşamınız ya da iş hayatınız boyunca bir şekilde pazarlama ile haşır neşir olmadıysanız, muhtemelen sizin de aklınıza gelenlerden biri bu olacaktır. Çünkü herkes bilir ki çocukların karakterleri veya kişilikleri gibi, tercihleri de henüz oturmamıştır ve tam da bu yüzden stratejilerle kolayca aldatılabilirler.

Ben kafamdan bunları geçirirken, elimdeki yazı tam tersini savunuyordu. Anlaşılan o ki, “koyun bir tüketici kesimi” olmaktan çok, eski pazarlama stratejilerine meydan okuyan, reklamlarla kolayca ikna edilemeyen, zorlu bir jenerasyondan bahsediliyor: Z Jenerasyonu. Sanırım en önemli etkileri ise dergi ve gazetelerde-özellikle İK sayfalarında- çok sık görmeye başladığımız, şirketler tarafından yürütülen "sosyal sorumluluk projeleri" ve "sürdürülebilirlik raporları".

http://grailresearch.com/
Literatürde birkaç popüler jenerasyon var. Baby Boomers diye adlandırılan, 1945-60 yılları arasında doğan bir populasyon patlaması kuşağından sonra, doğum tarihlerine göre sırayla, X, Y ve son olarak 1995-2010 arasında doğan (her kaynakta bir veya iki sene oynuyor) Z jenerasyonu. İnternetsiz bir hayatı hiç deneyimlememiş,akıllı telefonları sorgulamadan kabul eden, kasetleri geçtim CD’leri bile vintage bir obje olarak gören bir kuşak bu. Dolayısıyla da değerleri çok farklı. Ben bu kuşağın pazarlamacılar için zorluk yaratan değerlerinden üçünü seçtim. Bence üçü de neden zorlu olduklarını çok net bir şekilde anlatıyor. Fakat asıl amacım; yeni tüketicilerin, markaları nasıl toplumsal ve çevresel sorunlarla ilgilenmeye mecbur ettiğini anlamak.

İlk olarak, az önce bahsettiğim gibi, internetsiz bir hayatı hiç yaşamamışlar. 1980’lerin sonu, 90’ların başında doğan ve bilgisayarı sadece “ders çalışmak için” aldıran bizlerden biraz daha farklılar. James Walter Thompson Company’nin araştırmasına göre; online aktiviteleri, dışarıda yapılan aktivitelere tercih ediyorlar. Aynı araştırmaya göre bu kuşağın 90%’ı internet bağlantıları ellerinden alındığında mutsuz olurken, yalnızca %50’si dışarıda yaptıkları aktiviteler kısıtlanırsa mutsuz oluyor. Dolayısıyla da, online olarak temsil edilmeyen bir markanın veya bir ürünün, bu yeni jenerasyonun gözünde neredeyse sıfır olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Bir diğer özellik, Lockers’ın CEO’su Kathy Savitt tarafından da dile getirilmiş. Z jenerasyonu, marka sadakati olmayan bir jenerasyon. Uzun zamandır kullanıyor olsalar bile, herhangi bir şekilde bir ürünün “yanlışını gördüklerinde”, hiç tereddüt etmeden markayı değiştitirip, yenisini deniyorlar. Bu durumda, iş kaliteye geldiğinde, markalara transparan olmaktan başka bir seçenek kalmıyor. Z jenerasyonu, vintage görünümü için ikinci el bir mağazadan aldıkları çantayı hiç tereddüt etmeden moda objesi haline getirebiliyor. Yani diyebiliriz ki, sadece marka ismine bakıp ürün almak, bu marka ismi ile kendi kişiliğini bağdaştırmak, kaliteyi sadece tek bir marka ile bütünleştirmek artık o kadar da yaygın değil.

Bu iki özelliğin birleştiği nokta ise, Z jenerasyonunun doğduğu terörizm, çevre kirliliği gibi etkenlerle baş ettiği bir dünya. Dolayısıyla, Grail Research’ün araştırmasına göre de, bu kuşak hem sosyal sorumluluk bilinci hem de gelecek kaygıları yüksek olan bir kuşak. Bu nedenle de, bunun bilincinde olan markalar satın almaya meyilliler. Herhangi bir şekilde -en önemlisi ise sosyal medyada- marka sadakati olmadığı düşünülen bu kuşağı, onların endişeleriyle ilgilendiğine ikna edemeyen markalar zor durumda gibi görünüyor.

http://www.ways2gogreen.com
Toplumsal problemler sadece son jenerasyonu endişelendiriyor diyemeyiz tabiiki. Yine de interneti kullanabilen bir kuşak ile kullanmakta sıkıntı çeken arasında, detaylı bilgiye istendiği an, istendiği yerde ulaşabilmek gibi bir fark var. Fakat bir pazarlama taktiği ya da müşteri ilişkileri boyutunda olan sosyal sorumluluk projeleri, samimiyetten fazlasıyla uzak görünüyor bana. Yine de amaç mı daha önemlidir sonuç mu derseniz, sonuç diyebilecek kadar umutsuzuz sanırım. Çünkü sivil toplum kuruluşlarının projelerine fon bulmaları ne kadar zorsa, bir şirketin sosyal sorumluluk projesi için yeterli olan bir miktar para ayırabilmesi de o kadar kolay. Dolayısıyla büyük çaplı projeler, endişeli tüketiciye satış amaçlı olsun ya da olmasın, genellikle ya sponsor bazlı olanlar ya da direk olarak şirketler tarafından hayata geçirilen projeler oluyor.