"Yazmak,
neredeyse sersemliğe varan bir cürrettir. Cüretkar olan kısmı şimdiye kadar
söylenmemiş bir şey söyleyeceğini ya da herhangi bir şeyi hiç anlatılmadığı bir
biçimde anlatabileceğini sanmakla ilgilidir. Sersemce olan kısmı da bu cüretin
peşinden gitmektir. Ama tıpkı insanoğlunun bütün yaşadıklarına rağmen doğmaya
devam etmesi gibi mucizevi bir inat da vardır bu işte. Çünkü her seferinde biri
çıkar ve insanı mutlak bir isabetle anlayabileceğini, anlatabileceğini
düşünür..."
Ece Temelkuran
İnsan hakkında yazılan her şey doğru olabilir. Çünkü ‘insan’, farklılıklarından çok aynıdır aslında. Tüm farklılıklarına rağmen, bir süre sonra aynı davranış modellerini sergileyebilir.
İnsanı anlatma çabasının da özel noktası budur bana göre.İstediğimiz
kadar değişik yollardan gidelim, farklı disiplinlerden beslenelim, farklı
metodlar deneyelim; bir yerden sonra yine aynı noktaya dönüyoruz. ‘Post’
modernler olarak neyi farklı söylesek, klasiklerin zaten çok daha önce dile
getirmiş olduğunu görüyoruz. İnsanı anlatanlar olarak bizler, hiçbir zaman ait
olduğumuzun dışından bakamıyoruz. Bir
türe ait olmanın getirdiği zorunlu içselleştirmeyi, empatiyi yenemiyoruz.
Tüm bunlarla birlikte, insan hakkında yazılan her şey aslında yanlışlanabilir bana göre. ‘İnsan’, tek bir bireyin baştan sona çözümleyebileceği bir konu değildir çünkü. Bireysel farklılıklar vardır. Kişiye göre değişen duygular, düşünceler, ifadeler vardır. İnsan tarihin bir parçasıdır her şeyden önce. Bu nedenle içinde yaşadığı toplumun geçmişi, sosyal ve kültürel dinamikleri farklıdır. Ama! Bu farklılıklar bize doğuştan verilen değil,çevreyle şekillenendir. ‘Kültür, aynı ihtiyaçların giderilmesini sağlayan farklı kullanım kılavuzlarıdır.’ yalnızca.*
--
Clotaire Rapaille,
masterını psikoloji, doktorasını ise
medikal antropoloji üzerine yapmış bir pazar araştırma uzmanı. Amerika doğumlu
bir Fransız. Disiplinlerarası çalışmanın güzel örneklerinden biri bence.
1970’lerin başlarında, Cenevre üniversitesi’nde, otistik çocuklar ile ilgili
verdiği bir dersten sonra, yeni bir hastası için araştırma teklifi alır. Bu
hasta Nestle’dir.
Otistik çocukların duyguları
ile öğrenme yetileri arasındaki bağı araştırırken, yeni hastası
sayesinde ‘keşif seansları’ adını verdiği seanslar ile bir çok farklı
ülkede, Fortune 100 şirketlerinden
yarısından fazlasıyla çalışmış. Bu seanslar ile, ‘herhangi bir şeye (araba,
yiyecek, ilişki ya da ülke) içinde bulunduğumuz kültür aracılığıyla
yüklediğimiz bilinçsiz anlamları’ yani ‘Kültür
Kodları’ nı keşfetmiş.
Ona göre farklı kültürlerde gelişmek, aynı bilgiyi farklı
işlememize sebep oluyor. Freud ‘un bireysel bilinçdışı tanımından, Jung’un
kolektif bilinçdışı kavramından sonra Rapaille, ‘Kültürel Bilinçdışı’ nın
keşfine inanıyor. Örneğin peynir ve eti bir Amerikalı dolapta saklarken,
Fransız dışarıda bırakıp olgunlaşmasını bekliyor. Bu nedenle Amerika’da peynir
ve etin kültür kodunu ‘Frozen’, yani ‘Donmuş’ olarak belirlerken, Fransa’nınkinin
‘Alive’, yani ‘Yaşayan’ olduğunu öne
sürer.
Rapaille, kültür kodlarını keşfederken, klasik kalitatif araştırma tekniklerinden fokus grup yöntemini kullanıyor. Fakat bunu üç saate yayıyor ve son saatinde, katılımcılara klinik psikoloji seanslarında kullandığı yöntemler ile medite ediyor (bunu bizim bildiğimiz şekilde yere yatırıp, gevşeyip rahatlatıp ‘çocukluklarına inerek’ yapıyor). Bu sayede, araştırdığı konu ile ilgili ilk ve en güçlü anılarını öğreniyor. Rapaille, psikoloji ve antropolojiyi birleştirerek, farklı bir bakış açısıyla kültürlerarası farklılıkların tüketim alışkanlıklarına etkisini farklı bir söylemle anlatıyor. Fakat Amerika’da yetişmiş bir Fransız olarak, kültürlerarası bu keşfi, ister istemez kendi kültür(ler)ini baz alarak, ‘self referance criteria’ ile analiz ediyor. Kitabın özellikle sonlarına doğru, ‘Biz Amerikalılar’ ile başlayan cümleleri ile etnosentrizm havasını yoğun olarak hissettiriyor.
Farklı kültürleri gözlemlerken, onları bilinçsiz bir şekilde
kendine referans vererek tanımlamak bir araştırmacının en fazla kaçındığıdır
aslında. Fakat bunu yapabimek,
bahsettiğimiz nedenlerden ötürü bir o kadar da zordur. ‘Objektif’
yaklaşımı, insan olmanın kendisi
gölgeler.
Bu durum, sanıldığı kadar tehlikeli değildir bana göre. Empati, bir araştırmacının sahip olması gerekenlerin en önemlisidir. Fakat tam da bu nedenle,metodolojinde ne kadar farklılaşırsan farklılaş, geleceğin nokta birilerinin zaten gelmiş olduğu noktadır mutlaka. Bu, zaman kavramının biz ‘post’lara attığı en büyük kazıklardan biri olabilir.
Rapaille, örneğin, onlarca katılımcı ile görüşüp, onun zamanına kadar denenmemiş bir metodu deneyip, Amerikan kültüründe paranın kodunun ‘Kanıt’ olduğunu ‘bulmuş’. Diyor ki; ‘kod bize, paranın çoğu Amerikalı için kendisine yönelik bir hedef olmadığını söyler...Bilinçdışı seviyede, Amerikalılar iyi insanların başarılı olduğuna inanırlar, başarı size Tanrı tarafından bahşedilmiştir...’ Fakat, ‘ çok çalışmadan kazanılan paraya kuşkucu, hatta küçümseyici yaklaşırız. Bir piyango talihlisi, piyangoyu kazanarak hiçbir şey kanıtlamaz...’
Bundan yaklaşık bir asır önce Weber; ‘katı bir şekilde nefsinin isteklerinden arındırılarak ve meşru bir şekilde para ve daha fazla para kazanma görev bilinci’ni (burada görev bilinci diye çevrilen kelime, Tanrı tarafından verilen görev olarak da tanımlayabileceğimiz ‘beruf’ /‘calling’ dir) ‘Kapitalist Ruh’ un ‘modern ekonomik etik anlayışı’ olarak tanımlar. Amerikalılar’ın kendilerini iş hayatına ve başarıya adamaları, hala Protestan Ahlakı’ndan etkilenir ve çalışkan kişilerin, iyi karaktere sahip insanlar oldukları düşünülür.**
*Kurtuluş Kantar (Beni ‘Kültür Kodu’ ile tanıştırmasının yanında,
anlatmak ile ilgili düşüncelerimi toparlayan, bu yazıya yol gösteren ‘Antropoloğumuz’
a teşekkürlerimle)
**Max Weber, ‘The
Protestan Ethic and the Spirit of Capitalism’: New Introduction and Translation
by Stephen Kalberg, Third Luxbury Edition, Luxbury Publishing Company, LA,
California, 2002